Kullanılmayan maddi kaynaklar
muhakkak kaybolmuş sayılmaz,
fakat kullanılmayan insani kaynaklar
daima yok olmuş demektir.”
Jerome Wiesner
muhakkak kaybolmuş sayılmaz,
fakat kullanılmayan insani kaynaklar
daima yok olmuş demektir.”
Jerome Wiesner
Bir kurumun gelecekteki hedeflerine etkin bir biçimde ulaşabilmesi için, ihtiyaç duyacağı
insanların sayısının ve niteliklerinin önceden belirlenmesi ve bu ihtiyacın nasıl ve ne düzeyde
karşılanabileceğinin saptanmasına ilişkin faaliyetlerin tümüne insan kaynakları diyoruz. Bugün size insan kaynakları uzmanlarının üzerinde durduğu çok önemli bir konudan bahsetmek istiyorum. “Kurumsal aidiyet…”
Kurumsal aidiyet, bir kişinin çalıştığı kuruma karşı hissettikleridir. Kurumda çalışan herkesin ortak hedefleri, değerleri benimsemesini ifade eder. Bu duyguyu taşıyan çalışanlar hem çalıştıkları kurumun başarısına, hem de kendi performanslarına büyük katkı sağlarlar. Kurumsal bir yapının oluşmasına ve gelecek dönemlerde istikrarlı olarak gelişmesine en büyük katkıyı kurumsal aidiyet duygusu yapar.
“Farkındalık” ile başlayan ve sonucunda “kendini adamak” olan kurumsal aidiyet kavramı “İşe gelirken beyninin yanı sıra, yüreğini de işe getirmek” olarak tanımlanabilir. Kurumsal hedefler yürekte hissedilir.
“Kurumsal aidiyet” kavramı yaşanan bir gerçeklik değilse, kurumdan geriye ne kalacaktır? Yalnız ve yalnızca kurallar ve duvarlar…
Eski demiryolcularla, aile büyükleri birkaç kuşak demiryolcu olanlarla yaptığım sohbetlerde hep öne çıkan ortak bir kavramdı kurumsal aidiyet.
İnsanın en kutsal mekânı olan evini, yuvasını, istasyon binaları, lojmanları bilen, evini nasıl koruyor ve sahipleniyorsa çalıştığı istasyonu ve trenleri de öyle gören bir zihniyetin demiryolcuları… Çoğunlukla şehir dışında olan “kuş uçmaz kervan geçmez” denen yerlerden geçen trenlerin emekçileri… Yemek çantalarındaki sefertasını ısıtmak için taşınan ispirto ocağı ve o meşhur matara çaylarının içildiği görev saatleri… Karda, yağmurda, yaz sıcağında var gücüyle trenlerini yürüten fedakâr demiryolcular…
Peki neydi onları böylesine fedakarca ve birçok şeyden ödün vererek bu mesleği sevgiyle, azimle, sahiplenerek yapma gücünü veren?
Yunan Filozof Protagoras’ın çok güzel bir sözü vardır. Der ki “Her şeyin ölçüsü insandır.” İnsana yapılan her katkı geleceği aydınlatır.
TCDD, bir demiryolcunun ıssız bir istasyonda, çocuklarının, eşinin nelerle karşılaşabileceğini biliyor ve her türlü sosyal imkânı onlara ulaştırıyordu. Çünkü biliyordu ki bu insanlar sosyal yaşama, okula, hastaneye uzak istasyonlarda, trenlerin zamanında yerine ulaşması için canla başla çalışıyorlar.
Türkiye’nin çoğu yerinde sinema salonunun olmadığı, hatta bırakın sinema salonunu elektriğin bile ulaşmadığı yıllarda, TCDD’nin sinema vagonları istasyonlarda çalışanlarına ve oranın halkına dönemin son filmlerini izletmek için beyaz perdeyi taşırdı.
Görev yerinden ayrılamayan, ıssız bir istasyonda görev yapan demiryolcu ile birlikte ailesi de aynı hayatı yaşardı. Okul çağındaki çocuklar TCDD’nin şehir merkezlerindeki pansiyonlarına yerleştirilir, oradaki okullara devam ederlerdi. TCDD ailesi tüm çocuklarını yurtlarda bakar, giydirir, çamaşırlarını yıkatır, okula yollar, eğitimli gözetmenler eşliğinde ders çalıştırır, ailesine ve milletine faydalı bir kuşak yetiştirmeyi amaçlardı. Bir kısım demiryolcu çocuğu da baba mesleğini devam ettirmek için demiryolu meslek lisesine giderlerdi. Başarılı öğrencilere yurtdışında burslar sağlanırdı. Okul bitince içinde büyüdüğü yuvada çalışmaya başlardı. Demir ağlarla anayurdu dört yandan örmeyi sürdürmek emeliyle…
Her hafta bir doktor eşliğinde istasyona gelen sağlık vagonunda tüm istasyon çalışanlarının,
ailelerinin ve oradaki halkın sağlık kontrolleri yapılırdı. Daha büyük rahatsızlıkları olanlar da yine büyükşehirlerdeki TCDD’ye ait olan hastanelerde tedavi edilirdi.
Görev yerinden ayrılamayan demiryolu ailesinin ayağına belli aralıklarla market vagonları gelirdi. Zamanın moda giysileri, dergileri, kumaşları, yiyecek ve içecekler bu yolla demiryolcu ailelerine ulaştırılırdı. Maaş zamanları geldiğinde ise bu sefer de vezne vagonları istasyonlara gelerek çalışanlarına ödeme yapardı.
8.000 km.lik hatta her 20 km. de bir istasyon olduğunu ve her istasyonda en az 10 kişi olduğunu düşünürsek, TCDD ailesinin ne kadar geniş olduğu sanırım anlaşılır.
Bu kuruma hizmet etmek için aileden, akrabalardan, sosyal hayattan uzak, ücra istasyonlarda çalışan demiryolculara yılda iki kez permi denen paso verilerek ücretsiz seyahat imkânı ile sevdiklerine ulaşmaları sağlanırdı. Hatta yurtdışı permisi de verilerek ufkunu genişletmesi ve dünyayı tanımasına vesile olunurdu.
Yurdumuzun çeşitli yerlerindeki kamplarına (Akçay, Urla, Arsuz, Fenerbahçe, Samsun, Menekşe…)her yıl giderek dinlenmeleri ve hoş vakit geçirmelerine imkân tanınırdı.
Bayramlarda, düğünlerde, cenazelerde, hastalıklarda kurum hep çalışanı ile yan yana bir bütün olurdu. Demiryolcular, aileleri ve o zamanlarda yaşayanlar sosyal devleti TCDD ile tanıdılar.
TCDD kuruluşundan itibaren çalışanlarına yaklaşımı ve bağlılığı ile bu zihniyeti taşıyan ve her biri kendini büyük bir ailenin ferdi olarak gören değerli demiryolcular yetiştirmiş ve yetiştirmektedir.
Bu şekilde büyük bir özveri isteyen demiryolculuk mesleği, severek ve istenerek yapılan bir meslek haline gelmiştir.
156 yıllık Türkiye’nin en eski kurumu işte bu değerler üzerinde yükselerek bu günlere gelmiştir.
Kendisini Demiryolunun bir parçası olarak görenleri ne de güzel anlatmış..
YanıtlaSilTebrikler bu kadar iyi anlatilamazdi
YanıtlaSiltebrikler bu kadar iyi anlatilamazdi
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim :)
YanıtlaSil