Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ağustos, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Hayal Gücünün Sınırlarında Bir Hobi : Model Trencilik

Hepimiz günlük hayatın içinde yoğun koşturmalar içindeyiz. Sürekli bir hareketlilik var hayatımızda. Yapmakla sorumlu olduğumuz işlerimiz, bakmakla yükümlü olduğumuz ailemiz, alışverişler, toplantılar, iş seyahatleri, okulumuz, derslerimiz, görevlerimiz, sorumluluklarımız… Normal yaşantımızda yapmak zorunda olduğumuz işlerin dışında, bazen sadece bize mutluluk ve zevk veren uğraşlarla da ilgileniriz. Hobi olarak nitelendirdiğimiz bu tip uğraşlar, kişinin rahatlamasını sağladığı gibi çoğu zaman kendisini tanımasına da yardımcı olarak hayatımıza zevk, keyif ve renk katar. Günlük yaşamın stresinden uzaklaşarak kendimize güzel bir pencere açarız. Yapılan birçok araştırma mutsuz insanların %38’inin herhangi bir hobi ile ilgilenmediğini kanıtlamaktadır. İşte bu güzel uğraşlardan biri de ülkemizde pek yaygın olmamakla birlikte meraklılarının her geçen gün arttığı Model Trencilik… Model Trencilik; trenlerin, vagonların, rayların ve demiryolu çevresindeki pek çok nesnenin küçültülmüş öl

Berlin'i Bağdat'a Bağlayan Köprü: VARDIHA…

  “Düş varolan en gerçek şeydir” Stefano E. D’Anna Ülkemizin zengin kültür coğrafyasının içindeki tarihi eserleri tanımak ve tarihin akışı içindeki önemini anlamak, hak ettiği değer ve ilgiyi gösterme fikrinden hareketle bu ayki yazımda sizlere günümüzden 90 yıl kadar önce, Torosların zor coğrafyasında, Türk – Alman işbirliği ile gerçekleştirilmiş bir mühendislik eserinden bahsetmek istiyorum. Varda Köprüsü, halk arasında Vardıha Köprüsü, diğer bir adıyla Alman Köprüsü, bir diğer adıyla Hacıkırı Köprüsü… Tüm bu isimlere ilave olarak da Alman kaynaklarında  Gavurdağı Köprüsü olarak geçmektedir. 1900’lü yılların başlarında Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi ülkeler petrol kaynaklarına ve dünyanın çeşitli yerlerinde onlarca sömürgeye sahiptirler. Ancak 1871 yılında devlet haline gelen Almanya hızlı bir sanayileşme hamlesine girmiştir. Hızla gelişen sanayisine pazar arama ve petrol kaynaklarına ulaşma ihtiyacı oldukça artmıştır. O yıllardaki Alman İmparatoru Kay

Yürekten Geçen Trenler…

Kullanılmayan maddi kaynaklar muhakkak kaybolmuş sayılmaz, fakat kullanılmayan insani kaynaklar daima yok olmuş demektir.” Jerome Wiesner Bir kurumun gelecekteki hedeflerine etkin bir biçimde ulaşabilmesi için, ihtiyaç duyacağı insanların sayısının ve niteliklerinin önceden belirlenmesi ve bu ihtiyacın nasıl ve ne düzeyde karşılanabileceğinin saptanmasına ilişkin faaliyetlerin tümüne insan kaynakları diyoruz. Bugün size insan kaynakları uzmanlarının üzerinde durduğu çok önemli bir konudan bahsetmek istiyorum. “Kurumsal aidiyet…” Kurumsal aidiyet, bir kişinin çalıştığı kuruma karşı hissettikleridir. Kurumda çalışan herkesin ortak  hedefleri, değerleri benimsemesini ifade eder. Bu duyguyu taşıyan çalışanlar hem çalıştıkları  kurumun başarısına, hem de kendi performanslarına büyük katkı sağlarlar. Kurumsal bir yapının  oluşmasına ve gelecek dönemlerde istikrarlı olarak gelişmesine en büyük katkıyı kurumsal aidiyet  duygusu yapar. “Farkındalık” ile başlayan ve sonucunda “

Yüz Yıllık Hayal; MARMARAY

“Deniz ıslak bir imparatordur şehrin sıfır noktasında ve sıfır en anlamlı sayıdır sayı doğrusunda..” İki kıtanın gözgöze geldiği, içinden deniz geçen rüya şehir.. Renkler, kokular, insanlar, hayatlar cümbüşü İstanbul. Efsanelere hayat vermiş, 29 kez kuşatılmış, 3 büyük imparatorluğa başkent olmuş, bir çok farklı milleti, bir o kadar dili ve kültürü içinde eritmiş, iki kıtaya yayılmış, dünyada bir eşi daha olmayan bu deniz kentinde yaşamak bir şans. Her an gözlerimizin önündeki tarihi ve doğal güzellikleri görmenin getirdiği hazla, ama hiç bir zaman kanıksamadan… Tarihe dokunulabilir mi? İstanbul’da bu mümkün. Elinizi her uzattığınızda, gözlerinizi çevrede her dolaştırdığınızda tarihte bir gezintiye çıkarsınız bu büyülü şehirde. Sarayburnu, Kızkulesi, Haydarpaşa, Sultanahmet, Ayasofya… Karadeniz ve Marmara Denizini birbirine bağlayan, şehri Anadolu Yakası ve Avrupa Yakası olarak ikiye bölen İstanbul Boğazı.. Boğazın üzerinde adeta bir gerdanlık gibi asılı Boğaz Köprüsü.. İstan

Sirkeciden Tren Gider…

Tek bir kelime bazen ne kadar çok şey çağrıştırır insana. Hüzün, keder, ayrılık, yalnızlık, hasret tek bir kelime olur “gurbet” diye çıkar ağzımızdan. Uzak olmaktır sıladan, eşten, dosttan, evlattan… Özlemektir her an… Yalnızlıktır, kaderdir, kederdir çoğu zaman… Daha iyisi için çalışmak, mücadele etmek ama bir taraftan da bunun bedelini sevdiklerinden uzak, yalnız geçen uzun gecelerde ödemektir. Gurbet şairi Kemalettin Kamu’nun mısralarında olduğu gibi… Gurbet o kadar acı ki, ne varsa içimde Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde Ne bir arzum, ne emelim, yaralanmış bir elim Ben gurbette değilim gurbet benim içimde… 2. Dünya Savaşı’nın ardından Batı Avrupa ülkeleri, ağır darbe alan sanayilerini ve ekonomilerini ayağa kaldırmak için hızlı bir kalkınma sürecine girmişti. Bu kapsamda Almanya da çığ gibi büyüyen işgücü açığını gidermek için aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkelerden işçi alımına gitti. Türkiye ile Almanya arasında 13 Ekim 1961 yılında imzalanan “Türk İşgü

Endüstriyel Mirasın İzinde

Sabun insana her zaman temizliği ve saflığı hatırlatır… O’na dokunmadan geçirdiğimiz günümüz neredeyse hiç yoktur. Günlük yaşantımızın önemli bir parçası olan sabunun geçmişi M.Ö. altı binlere kadar uzanır. Bir Roma efsanesi sabunun keşfini şöyle anlatılır; Hayvanların kurban edildiği Sapo Dağı’nın kıyısında bulunan Tiber Nehri’nde çamaşırlarını yıkayan kadınlar, çamaşırlarını eskiye oranla daha az çaba harcayarak temizlediklerini fark ederler. Çünkü yağan yağmurlarla beraber dağdan aşağıya donyağı ve odun külü karışımı akmakta, Tiber nehrinin killi toprağı ile birlikte sürüklenmektedir. Bu karışım nehirde yıkanan çamaşırların daha çabuk ve kolay temizlenmesini sağlamaktadır. Günümüzde Sapo Dağı’nın yeri ve varlığı bilinmemektedir. M.Ö. 1500′e ait Ebers Papirüslerinde, kişisel temizliklerine düşkün olan Mısırlılar’ın, hayvan ve sebze yağları ile alkalinli tuzdan elde edilen sabunsu bir maddeyle yıkandıkları belirtilmektedir. Osmanlı Döneminde ise bazı kaynaklara göre sabunculuğun M

Bir garip istasyon “Karaağaç”

Bulutlu bir İstanbul gününde, Sirkeci Gar’ından trene binerken, artık trenlerin uğramadığı bir istasyona ulaşmak için trenle yola çıkmanın burukluğunu hissettim. Güzel yurdumun en güzel köşelerinden birine, suyun öte yanında kalan tek Türk toprağınaydı yolculuğum… Osmanlı’nın başkenti olmuş Edirne’nin, bin bir mücadele ile Rumeli’de tutunduğu son toprak parçasına… Karaağaç’a… O’nun aklımıza düşen hikâyesinin peşine… Önce Tunca’yı sonra da Meriç’i aşan eski taş köprülerden, sık ağaçların dalları arasından süzülen sonbahar güneşi ile birlikte, tarih, doğa ve kuş sesleri eşliğinde, Arnavut kaldırımlı bir yoldan girdik Karaağaç’a… Meriç Köprüsü, Eski Karakol Binası ve asırlık ağaçlar bize eşlik ettiler adeta… Karaağaç Tren Garı, o güzel yolun sonunda tüm azameti ve güzelliği ile karşıladı bizi. Bir devrin ayakta kalan son kalesiydi. Sanki bir zaman tünelinden geçip varmıştık yanına. Tek eksiği trenleriydi… Osmanlı’nın Tanzimat Dönemi’ndeki yöneticiler, İstanbul’u Avrupa ülkelerin

İstanbul Demiryolu Müzesi

İstanbul’un Eminönü ilçesinde bulunan tarihi Sirkeci Garı, bundan birkaç yıl öncesine kadar benim gözümde, Samatya’da oturan rahmetli Güzin halamı ziyaret etmek için bindiğim, birkaç durak sonra indiğim banliyö trenlerinin başlangıç noktası; akşam dönüşlerde ise biraz ürkerek çantama daha bir sıkı sarıldığım, trenin giderken çıkardığı tıkırtıların melodisiyle kısa da olsa bir tren yolculuğu yapma fırsatı bulduğum bir yerdi. Jetonumu alıp, kalkmak üzere olan trene yetişmek için koşar adımlarla yürürken, içinde bulunduğum mimari yapının güzelliğini fark eder, oryantalist bir mimariye sahip gar binasını geniş bir zamanımda rahat rahat gezmeyi ve incelemeyi düşünürdüm. Sirkeci Gar’ının benim her günkü rutin güzergahım dahilinde olmaması bu düşüncemi sürekli erteletirdi bana… Fakat içinde bir demiryolu müzesi olduğunu öğrendikten sonra biran evvel gidip görmem gerektiğine karar verdim. İstanbul Demiryolu Müzesi hakkındaki izlenimlerimi yazmadan önce müzenin içinde bulunduğu Sirkeci Ga