Ana içeriğe atla

Bir garip istasyon “Karaağaç”


Bulutlu bir İstanbul gününde, Sirkeci Gar’ından trene binerken, artık trenlerin uğramadığı bir istasyona ulaşmak için trenle yola çıkmanın burukluğunu hissettim.
Güzel yurdumun en güzel köşelerinden birine, suyun öte yanında kalan tek Türk toprağınaydı yolculuğum… Osmanlı’nın başkenti olmuş Edirne’nin, bin bir mücadele ile Rumeli’de tutunduğu son toprak parçasına… Karaağaç’a… O’nun aklımıza düşen hikâyesinin peşine…
Önce Tunca’yı sonra da Meriç’i aşan eski taş köprülerden, sık ağaçların dalları arasından süzülen sonbahar güneşi ile birlikte, tarih, doğa ve kuş sesleri eşliğinde, Arnavut kaldırımlı bir yoldan girdik Karaağaç’a… Meriç Köprüsü, Eski Karakol Binası ve asırlık ağaçlar bize eşlik ettiler adeta…
Karaağaç Tren Garı, o güzel yolun sonunda tüm azameti ve güzelliği ile karşıladı bizi. Bir devrin ayakta kalan son kalesiydi. Sanki bir zaman tünelinden geçip varmıştık yanına. Tek eksiği trenleriydi…
Osmanlı’nın Tanzimat Dönemi’ndeki yöneticiler, İstanbul’u Avrupa ülkelerine bağlayacak bir demiryolunun yapılması ile siyasi bütünleşme sağlanacağına inanıyorlardı. İstanbul’dan başlayarak, Edirne, Filibe ve Saraybosna’dan geçen ve Sava Nehri sınırına kadar uzanan, ayrıca bu hattan ayrılan kollarla Enez, Selanik ve Burgaz’ın birbirine bağlanması amacıyla demiryolunun yapımına 1870′de başlandı. İstanbul-Edirne-Sarımbey arasındaki demiryolu 17 Haziran 1873′de tamamlandı.
İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan demiryolu Karaağaç üzerinden geçiyordu ve bu durum adeta Karaağaç’ın kaderini değiştirdi.
Yabancı ülkelerin açılan temsilcilikleri, değişik kültürlerden insanları bir araya getirdi. Karaağaç kısa sürede Edirne’nin, hatta Balkanlar’ın eğlence merkezi haline geldi. Avrupa’dan gelen sanatçılar, eğlence toplulukları burada çeşitli gösteriler, balolar düzenliyor ve bu durum Karaağaç’ın o zamanlarda “küçük Paris” olarak anılmasını sağlıyordu.
İstanbul ile Avrupa’yı birbirine bağlayan demiryolunun bu önemli istasyonu Mimar Kemalettin bey tarafından Neo-Klasik üslupta inşa edilen gar binası ile adeta taçlanıyordu. Karaağaç Gar’ın yapımına 1914 yılında başlanmış ancak, I.Dünya Savaşı’ndan ötürü yapımı yarıda kalmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra da işletmeye açılmıştır.
Karaağaç Tren İstasyonu Mimar Kemalettin Bey’in “Şark Demiryolları Şirketi” adına tasarladığı dört tren istasyonundan birisidir. Mimar Kemalettin Bey’in tasarımını yaptığı diğer istasyon yapıları arasında Filibe Garı, Selanik Garı ve Sofya Garı bulunmaktadır.
Neo-Klasik Türk mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan Karaağaç Tren İstasyonu üç katlı, dikdörtgen planlı ve 80 m. uzunluğunda bir yapıdır. Yığma duvar sistemine göre tuğladan yapılan istasyonun ortasında büyük bir hol bulunmaktadır. Bu bölümün dış duvarlarında, pencerelerinde, kapı kemerlerinde ve girişin iki yanındaki kulelerde kesme taşlar kullanılmıştır. Binayı çevreleyen sivri kemerli pencereler tamamen bu üslubu yansıtmaktadır. Bu arada döşemelerin yapılmasında da çelik kirişlerden yararlanılmıştır. İstasyon binasının üzeri asbest plaka kaplı çelik makaslı, kırma bir çatı ile örtülmüştür. Yapının iki ucunda yer alan yuvarlak gövdeli kuleler kesme taştandır. Bunların üzerinde dolaşan silmeler, kuşaklar, yarım başlıklar, kum saati motifleri, saçaklar ve Türk üçgenleri Neo-Klasik Türk mimarisini Edirne’de yaşatan bir örnektir.
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’ne göre, Trakya sınırı Meriç Nehri ile çizilmiş ve Karaağaç Mahallesi, Meriç nehrinin sağında, Yunanistan topraklarında kalmıştır.
Kurtuluş Savaşı süresince Edirne ve Karaağaç Yunan işgali altında kalmıştır. 11 Ekim 1922’de gerçekleşen Mudanya Ateşkes antlaşması sonucunda 25 Kasım 1922’de Edirne’nin kurtuluşu gerçekleşmiş ancak suyun öte tarafındaki tüm topraklar ve tabi Karaağaç da kaybedilmiştir.
Bu durum, Lozan Antlaşması toplantılarında ciddi ve çok önemli tartışmalara yol açmış ve 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile Karaağaç Yunanlıların savaş sırasında yapmış oldukları tahribata karşılık “Harp Tazminatı” olarak, Türk tarafına bırakılmıştır.

Böylece Karaağaç, Türkiye’nin Yunanistan ile doğal sınırını oluşturan Meriç Nehri’nin batı yakasında kalan tek Türk toprağı oldu.
Kurtuluş Savaşı’nın ardından demiryolunun sadece 337 km.lik bir bölümü Türk toprakları içerisinde kalabilmiştir. Bu sebeple de Karaağaç Tren istasyonuna İstanbul’dan ulaşabilmek için Yunan topraklarından geçme zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları Türk sınırı içerisinden geçen yeni bir demiryolu yaptırıncaya kadar Uzunköprü İstasyonu’ndan sonra Yunan topraklarından geçerek Karaağaç’a ulaşmaya devam etmişlerdir. 4 Ekim 1971 tarihinde isletmeye açılan 67 km’lik Pehlivanköy-Edirne hattı ile
İstanbul-Edirne arasındaki baglantı, dogrudan Türk topraklarından geçecek sekilde düzenlenmistir. Yeni hattın açılmasıyla, Yunan topraklarındaki 33 km’lik kısım kaldırılmıstır.
Ve yeni yolun yapılması ile birlikte Karaağaç tren Garı artık trenlerin uğramadığı bir istasyon haline gelmiştir.
1974 Kıbrıs harekâtı sırasında gar binası bir süreliğine ileri karakol görevini üstlenmiş ve daha sonrasında da Trakya Üniversitesi’ne verilmiştir.
Karaağaç’a Üniversite Rektörlüğünün taşınmasının ardından, 1996 yılında Üniversite Rektörlüğünce alınan bir karar ile buraya T.C Devleti’nin sınırlarını belirleyen, ulusal bütünlüğünü sağlayan Lozan Anlaşmasının anısına bir anıt, meydan ve müze yapılması kararı alınmıştır.
Tarihi olaylar ve değerlendirmeler göz önüne alındığında Lozan Anıtı için en uygun yerin Karaağaç yerleşkesinin olacağı sonucuna varılmıştır.
Bu nedenle, Trakya Üniversitesi Senatosu bu tarihi olayı da değerlendirerek, anıtın Karaağaç’ta yapılması kararını almıştır.
Karaağaç Lozan Meydanı’nda yer alan anıt, Lozan Zaferi’nin yurdumuzdaki tek sembolüdür, Lozan Müzesi de bunun belgesel açıklamasıdır. Lozan Anıt’ı betonarme olarak, radye temele birbirinden bağımsız ve 45 derece açı ile saptanan 3 konsol üzerine oturmuş sütunlardan oluşmaktadır. Birinci ve en yüksek sütun Anadolu’yu, İkinci ve orta yükseklikte olan sütun Trakya’yı, üçüncü ve daha kısa olan sütun da Karaağaç’ı simgelemektedir.
Bu sütunları 7.20 m. yükseklikte birbirine bağlayan beton çember, birlik ve beraberliğin sembolü olup, bu çemberin ön yüzünde yerleştirilmiş genç kız figürü; estetiği, zarafeti ve hukuku temsil etmektedir. Genç kız figürünün bir elindeki güvercin, Barış ve Demokrasinin, diğer elindeki belge ise Lozan Antlaşması’nın simgesidir. Anıtın ayaklarının yerleştirildiği yarım daire şeklindeki 15 m. yarı çaplı havuz ülkemizi çevreleyen denizleri temsil etmektedir.
Lozan Meydanı’nın hemen yanında yer alan Lozan Müzesi, eski istasyonun ek binalarından birisinde düzenlenmiştir.
Bazıları yıkılmaya yüz tutmuş, bazıları ise restore edilerek yaşatılan Rum evleri ile asırlık ağaçların sıralandığı, sessiz, sakin, kedilerin telaş yapmadan dolaşabildiği sokakları var Karaağaç’ın.
Büyük savaşların yaşandığı, tepelerinde hala mevzilerin kalıntıları olan, yüzlerce şehit vererek geri aldığımız Edirne şehri ve Karaağaç çok güzel… çok değerli… hem de çok…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ankara Gençlik Parkında Bir Küçük Tren…

İnsanların boş zamanlarını geçirdiği, ailece eğlendiği ve gezdiği mekânların günümüzdeki kadar alternatifi olmadığı devirlerde, Ankara Gençlik Parkı’nın kent sakinleri üzerinde güçlü bir cazibesi ve büyüsü vardı. Ankara’da doğup büyümüş ya da sonradan yerleşmiş olsun çoğu insanın yolunun bir şekilde düştüğü Gençlik Parkı, kim bilir kaç kuşağın anılarında silinmez izler bırakmıştır. Ünlü edebiyatçımız Rıfat Ilgaz “Gençlik Parkı”nı şu mısralarla anlatır; Bütün sokakları bu kentin Gençlik Parkı'na açılır, Bir sevgi ilkyaz sıcaklığında, Bir türkü yükselir uygarlıktan yana, Halktan yana, emekten yana, bilimden yana, Alır karamsarlığımızı götürür, Mavilikte açılır tomurcuk, Bir halı dokunur yurt güzelliğinde, Geleceğin yollarına serilir, Genç dediğin boy atmalı özgürlüğe doğru, Büyümeli yılların kısırlığında böyle dik, Gün ışırken yerini almalı en önde, Gençlik Parkı'nda coşkudan bayrak çekilmeli… Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara, başkent

CHESTER PROJESİ

Sanayi Devrimi’nin en büyük simgelerinden biri olan demiryolu Osmanlı İmparatorluğu’na birçok yenilikten daha önce girmiştir. Osmanlı İmparatorluk sınırları içindeki ilk demiryolu, İngilizlerin de teşviki ile Mısır’da İskenderiye – Kahire arasında inşa edilmiştir. Osmanlıyı Avrupa’ya bağlayan ilk demiryolu ise 1888 yazında işletmeye açılmıştır. Avusturya sınırından başlayıp Belgrad, Niş, Sofya ve Edirne’den geçerek İstanbul’a uzanan Şark Demiryolları Osmanlı başkentini artık doğrudan doğruya Viyana, Paris, Berlin ve Calais üzerinden Londra’ya bağlıyordu. Ulaşım, gittiği bölgelerde kültürel, iktisadi, siyasi ve askeri standardizasyona her zaman hizmet etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise isyanların başladığı, ülkenin zayıfladığı bu dönemde Osmanlı Devleti yöneticileri için ulaşım tüm bu özelliklerinin ve etkilerinin yanında “toprak birliğini güvence altına almak” için de en etkili ve öncelikli işlev olarak görülmüştür. Osmanlı demiryollarına yapılan yatırımın %90’ı yabancıy

Bir Demiryolu, Bir Tünel, Bir Mühendis…

Takvimler 1927 yılını gösterdiğinde dünyada hayat şimdikinden çok farklı bir şekilde akıyordu… Tüm yeryüzünde 2 milyar insan yaşıyordu ve henüz sadece bir Dünya Savaşı olmuştu. 1927 yılında ülkemizde yapılan ilk genel nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu 13 milyon 648 bin 270 kişi çıkmıştı. Atatürk Time Dergisi’ne ikinci kez kapak olmuş,   İstanbul Radyosu ilk yayınına Sirkeci’deki Büyük Postane Binası’nın bodrum katında yine bu yıl başlamıştı. Milli mücadeleden bağımsız bir devlet olarak çıkan, tüm yurdu demir ağlarla örmeye kararlı genç Türkiye Cumhuriyeti, “Bir karış fazla şimendifer” parolasıyla art arda demiryolu projelerini hayata geçirmeye başlıyordu. Bu çalışmalar kapsamında çıkarılan bir kanunla, Irmak – Filyos Demiryolu hattının yapımına da 1927’de başlanmış oldu.   Kömüre Giden Demiryolu Özellikle savaş dönemlerinde kömür sıkıntısının çekilmesi, Batı Karadeniz kömürlerine sadece denizden ulaşılması bir demiryolu inşasını zorunlu kılmaktaydı. Demiryolu sadec